Yunanistan'ın Türkiye Karşıtlığı Ve Sözde Pontus Soykırımı İddiaları
Röportaj: Dr. Sinan DEMİRTÜRK
Yunanistan parlamentosunun kabul ettiği sözde Pontus Soykırımı iddialarının siyasi ve hukuki olarak değerlendirmesini yapar mısınız?
Yunanistan’ın “Pontus Soykırımı” iddialarını siyasi bakımdan iki kategoride değerlendirmek gerekir. Birincisi iç politikaya yönelik kısmıdır. Yunanistan’ın çok ciddi kimlik problemleri vardır. Nüfusunun yaklaşık üçte ikisi göçmenlerden oluşmaktadır ve bu göçmenler Yunanistan’a gittiklerinde oradaki halkın büyük kısmını oluşturan Slavlarla karışmayı hâlâ reddetmektedir. Kendilerini “mülteci” (Prosfiğas) veya “Anadolulu” (Mikrasiates) diye niteleyerek “yerli” (Entopii), “çoban” Vlah (Vlahi), “eski Yunanlı” (Palyoladhites) ya da sadece “Yunanlı” (Elines) olarak isimlendirdikleri Yunanlılardan farklı olduklarını ifade etmektedirler. Bu amaçla Yunanistan, “Pontus soykırımı” iddialarıyla halkını bir amaç etrafında birleştirmeye çalışmaktadır. Aynı zamanda sözde soykırımdan kurtulanlara kucak açan bir ülke sıfatıyla hâlâ entegrasyonu reddeden mübadillerin Yunanistan'ı vatan olarak kabul edebileceklerini düşünmektedirler.
“Pontus Soykırımı” iddialarının dış politikaya yönelik kısmı dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Yunanlılarla ilgilidir. Çeşitli ülkelerde birbirinden farklı kültür çevrelerinde yaşayan ve ortak noktaları çok az olan Yunanlıları, Pontus dernekleri çatısı altında toplayarak aynı kültür potasına sokmaya gayret etmektedirler. Böylece tıpkı modern Ermeni kimliğinin oluşumundaki etkisi gibi soykırıma uğramış olma Yunanlılar arasında ortak bir tarih oluşturmaktadır. Sonuçta aynı amaç altında toplanan bu insanlar farklılıklarını bir kenara bırakarak aynı kimlikle birleşmekte ve Yunanistan'ın yüksek menfaatlerine hizmet etmektedir. Türk karşıtlığı ve soykırım iddiaları, bu yakınlaşmayı sağlayabilmek için en makul yoldur.
Yunanistan'ın Türklerle tarihî anlaşmazlık konularında soykırım iddialarını bir baskı unsuru olarak kullanmak suretiyle uluslararası kamuoyunda Türkiye'yi haksız duruma düşürme çabası, “Pontus Soykırımı” iddialarının diğer bir amacını oluşturur. AB’nin dayatmasıyla Türkiye, sözde Pontus soykırımını tanımaya ve tazminat ödemeye mahkûm edilebilir. İkinci olarak AB ülkeleri, Pontus meselesini Türkiye’ye karşı bir baskı ve ön şart olarak getirmemesine rağmen, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, bu konuyu AB üyeliğini veto etme tehdidi olarak kullanabilir. Son olarak Türkiye’nin AB müzakere sürecinde, “Pontus soykırımı” iddialarını tanımak zorunda bırakılarak, Türkiye’den tazminat ve toprak talep edilmesi gündeme gelebilir.
Yunanistan’ın ve Türkiye karşıtı çevrelerin Ermeni Soykırımı iddialarını kabul eden ülkeleri hedef alarak tanınma talepleri ile ilgili girişimleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Yunanistan’ın Türkiye karşıtı çevrelerle işbirliği yapması oldukça stratejik bir hamledir. Bazı Sırp grupların “Pontus Soykırımı” iddialarına ilk destek verenler olması bu bakımdan manidardır. Türklerle tarihi anlaşmazlıklarını düşmanlık unsuru olarak kullanan bu çevreler zaten kayıtsız şartsız bir biçimde Türkiye aleyhindeki bütün faaliyetlerde yer almaktadır. Aynı şekilde Avusturya, Almanya ve Fransa’daki Türk ve Müslüman aleyhtarı çevrelerin Yunan iddialarına sıcak bakması da bu açıdan değerlendirilmelidir. Yunanistan’ın bu topluluklarla temas kurmaları çok zor olmamıştır. Özellikle Avrupa’daki propaganda faaliyetlerinde güç birliği yapan bu toplulukların dayanışması Türkiye’nin işini güçleştirmektedir. Yunanistan’ın soykırım iddialarını kabul ettirmek için daha önce “Ermeni Soykırımı” iddialarını kabul eden ülkeleri hedef alması da kendileri açısından doğru bir adımdır. Zira “Ermeni Soykırımı”nı kabul ederken tarihçilerin görüşlerine çok fazla itibar etmeyen bu parlamentolar günlük siyasi konjonktürü ve kamuoyunun tepkilerini önemsemişlerdir. Aynı durum bugün için de geçerlidir.
19 Mayıs 1919’u merkeze alan bu iddialar çerçevesinde, Yunanistan’ın yüzüncü yıla yönelik yürüttüğü faaliyetler nelerdir? Görüşlerinizi alabilir miyiz?
Yunanistan’ın “Pontus Soykırımı”nın yüzüncü yılına yönelik faaliyetleri iki aşamalıdır. İlk adımda bunu devlet tezi haline getirerek kendi kamuoylarını bu işe hazırlamışlardır. 24 Şubat 1994’te Yunan Parlamentosunda alınan kararla Doğu Karadeniz Rumlarının Türkler tarafından soykırıma uğradığı iddialarını devlet tezi haline getirmeleri, bunu Yunanistan’daki belirli çevrelerin görüşü olmaktan çıkarıp milli bir mesele haline getirmiştir. Bundan sonra soykırım iddialarını kendi kamuoyuna benimsetmek için faaliyete başlamışlardır. 1994’ten beri her yıl 19 Mayısta “Pontus soykırımı”nı anma törenleri düzenlemişler ve bizim için bayram olan bu günü matem günü ilan etmişlerdir. Düzenlenen törenlere parlamento başkanı, bakan, milletvekili gibi resmî sıfat taşıyan kişilerin katılması ülkede gündem olmasını sağlamıştır. Bu devlet erkânının açıktan Türkiye’yi soykırımcı olmakla suçlayıcı konuşmalar yapması Kıbrıs, Ege kıta sahanlığı gibi konularda Türkiye düşmanlığına sahip unsurların soykırım iddialarına da destek vermesine yol açmıştır. Yaklaşık çeyrek asır devam eden iç propaganda Yunanistan’daki farklı görüşe sahip grupları sindirmiş durumdadır. Eğitim Bakanı Nikos Filis’in soykırım olmadığına dair görüşleri sebebiyle linç edilmesi bunun açık bir göstergesidir.
Yunanistan’ın 2019’a yönelik faaliyetlerinin diğer bir kısmı uluslararası boyuttur. Dünyanın pek çok ülkesinde sözde Pontus Soykırımının tanınması için lobi faaliyetleri yürütülmektedir. ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde kurulan Pontus dernekleri ve ellinin üzerindeki internet siteleri vasıtasıyla soykırım iddiaları yaygınlaştırılmıştır. Bu propagandanın bir neticesi olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin New Jersey ve Güney Caroline eyaleti senatoları 2002 yılında Türklerin Doğu Karadeniz’de Rumlara soykırım yaptığına dair birer tasarıyı kabul etmişlerdir. Yakın bir zamanda Avustralya ve Kanada parlamentolarında da bu tasarıların kabul edileceği haberleri kamuoyuna yansımıştır. Asıl amaç 2019’da yani iddia ettikleri soykırımın yüzüncü yılında Avrupa’daki Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda, Belçika, İsviçre gibi ülkelerin parlamentolarında ve ABD’de tezlerini kabul ettirmektir. Mevcut durum istedikleri istikamette ilerlediklerini göstermektedir.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, işgal yılları sırasında Yunan ordusunun ve Rum çetelerinin Karadeniz’de ve Anadolu’da yaptığı katliamlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Tarihçiler bir meseleyi izah ederken olayların sebebini, gelişimini ve sonuçlarını, yer, zaman ve olaylara karışanlarla birlikte anlatırlar. Bunlardan herhangi biri ihmal edilirse olay tüm yönleriyle anlatılmamış olur. Tarihçilik mantığıyla 20. yüzyıl başlarında Karadeniz bölgesinde yaşanan kargaşaya bakıldığında gelişmeler şu şekilde seyretmiştir: Bölgedeki asayiş problemlerinin temelinde bağımsızlık isteyen Rumların çevredeki Türk köylerine saldırması. Olayların gelişiminde ise Rumlar eli silah tutanları cephede olan Türk ahaliye karşı ciddi bir direnişle karşılaşmadan saldırmaya başladı. Çağşur ve Kuşca köylerinde bir günde 367 kişiyi acımasızca öldürmeleri örneğinde olduğu gibi büyük katliamlar yaptılar. Ahali tek başına kendini savunamaz durumda olduğu için çaresiz bir haldeydi. Sonuçta önce Giresun’dan gelen Topal Osman Ağa ve adamları Rum çetecilere müdahale etti. Ardından TBMM’nin yolladığı ordular 6 Şubat 1923’te isyanı bastırdı. İsyana karışanlar sürgün edildi suçsuz olanlar yerinde kaldı. Ancak artık onların da Türklerle bir arada yaşama ihtimali kalmamıştı. Bu durumun farkında olan Yunanistan’ın talebiyle Lozan görüşmeleri sırasında mübadele gündeme geldi. Tarafların uzlaşması ile İstanbul dışındaki Rum Ortodokslar Yunanistan’a, Batı Trakya dışındaki Müslümanlar da Anadolu’ya göç ettirildi.
Tarihi seyri bu şekilde gelişen olaylar zincirine bakıldığında Doğu Karadeniz bölgesindeki çatışmaların temelinde Rumların Türklere saldırması olduğu açıktır. Türkler mazlum ve mağdur durumdadır. Topal Osman imdadına yetişene kadar soykırıma maruz kalmışlardır. Nureddin Paşa komutasındaki birlikler müdahale edene kadar katliama maruz kalan sivil halk, Türklerdir. Olaylar sırasında ölen sivillerin büyük kısmı Türklerdir. İsyana karışanların uğradığı ceza yer değiştirmedir ve yaptıklarının karşılığı olarak en hafif cezadır. Ankara hükümeti isyanı bastırdıktan sonra oradaki Rumları imha etme ya da toptan sürgün etme yoluna gitmemiş sadece isyana karışanları bölgeden uzaklaştırmıştır. Bundan daha hafif bir ceza savaş literatüründe yoktur. Karşılıklı çatışmanın olduğu her yerde ölüm, sürgünün olduğu her yerde acı vardır. Ancak Karadeniz bölgesinde yaşananların sorumlusu Rum ayrılıkçılardır. Ayrılıkçıların yaptıklarına karşı bölgedeki Rum/Ortodoks kitle toptan ve orantısız bir biçimde cezalandırılmamıştır. Sonuçta bölgede kalan Rumlar uluslararası gözlemcilerin nezaretinde bölgeden ayrılmıştır.
Yunanlılar özellikle 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan 353.000 Rum’un sistemli bir şekilde yok edildiğini iddia etmektedirler. Esasında bu iddialarını daha o günlerde çıkardıkları kitaplarda dile getirmişlerdi. 1918-1923 arasında ABD ve çeşitli Avrupa ülkelerinde neşrettikleri eserlerle Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki rakibi olan İngiltere ve Fransa’da soykırıma uğradıkları propagandası yapmışlardı. Ancak bu iddiaları taraftar bulmadı.
Yunanlıların Batı Anadolu ve Karadeniz bölgesinde yaptıkları katliamlar Avrupa’da Yunanlılara olan sempatiyi büyük ölçüde azaltmıştı. Hazırladıkları propaganda kitaplarında da tarihi çarpıttıkları o kadar açıktı ki ileri sürdükleri iddialar kabul görmedi. Yunanlılar Karadeniz bölgesinde yaşananları aktarırken olayların sebebini perdeleyerek masum Rum Ortodoks sivillerin Türk çeteciler ve Osmanlı ordusu tarafından imha edildiği yazmaktaydı. Oysa bölgede çatışmaların fitilini ateşleyen kendileriydi. Üstelik katliama maruz kalan kendileri değil saldırdıkları ve o zamana kadar kader birliği yaptıkları savunmasız Türk komşularıydı.
Tarihi ve hukuki mesnetten yoksun “Pontus Soykırımı” iddialarına karşı Türkiye hangi tedbirleri almalıdır. Yapılması gerekenleri değerlendirir misiniz?
Yunanlılar soykırım iddialarını güçlendirmek için yüzyılın başında yaptıkları yayınların benzerlerini piyasaya çıkararak kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır. İleri sürdükleri tezler daha öncekilerden daha ciddi değildir. Ancak Yunanlılar, mevcut konjonktürü değerlendirerek Türk ve Türkiye karşıtı çevreleri yanına çekmeye başlamıştır. Sözde Ermeni soykırımının kabul gördüğü ülkeler Yunanlılar için potansiyel propaganda alanıdır. İslamofobi, Türk ve Türkiye düşmanlığı gibi değerleri iyi kullanan Yunanistan yüzyılın başında itibar görmeyen iddialarını şimdilerde kıymetli hale getirmeyi başarmıştır.
Türkiye’nin Yunanistan’ın soykırım iddialarıyla ilgili olarak yapabileceği pek çok şey vardı. Ancak bu mesele öncelikli bir tehdit olarak algılanmadı. Dolayısıyla gerekli önlemler de alınamadı. Oysa Türkiye’de XX. Yüzyıl başlarında Karadeniz bölgesi ya da Rumların ayrılıkçı faaliyetleri gibi konularda pek çok bilimsel çalışma yapılmıştı. Ancak bu çalışmaların büyük kısmı Türkçeydi ve asıl mücadele edilmesi gereken saha uluslararası kamuoyu olduğu için bu çalışmalar bir an önce batı dillerine çevirerek dünya kamuoyunun dikkatine sunulabilirdi. Ancak olmadı. Aynı şekilde Yunan lobisinin dünyada oluşturduğu Türklük aleyhtarı havaya karşı diplomatik ve psikolojik tedbirler alınabilirdi. Özellikle Avrupa’da psikolojik üstünlük elde eden Yunanlıların iddialarının tarihi dayanaktan yoksun olduğu anlatılmalıydı. Avrupa’daki Türk toplumu mesele hakkında bilgilendirilerek yaşadıkları ülkelerde kamuoyu oluşturmaları ve gerçekleri anlatmaları beklenebilirdi. Ancak geç kalındı. Hal böyle olunca 2019 Mayıs’ında millet olarak yeniden haksız suçlamalara maruz kalacağımız görülmektedir.
Türkiye’nin Yunan iddialarıyla ilgili hassasiyet eksikliği sadece yurtdışı ile sınırlı değildir. Bu mesele ülkemizde de gündem haline getirilerek hassasiyet oluşturulamamıştır. Halkımız XX. yüzyıl başlarında Karadeniz bölgesinde yaşananlar hakkında yeterince bilgilendirilememiştir. Türkiye’nin iç ve dış gündemi bu meseleyle kararlı bir şekilde uğraşılması için gerekli olan mekanizmanın kurulmasını ve yeterli çalışma yapılmasını engellemektedir. Türk Tarih Kurumu ya da çeşitli üniversitelerin düzenlediği çalıştay, panel ya da konferans gibi faaliyetler ilmi anlamda büyük kıymete sahip olmakla birlikte kamuoyunda bir hassasiyet oluşmasını sağlayamamıştır. MEB bünyesinde tarih ve sosyal bilgiler öğretmenlerini hedef kitle alan seminer çalışmaları yapılarak onların kamuoyu oluşturma gücünden faydalanmak acil çözüm için önemlidir. Ancak onun için de geç kalınmıştır. Son çare olarak kitle iletişim araçları aktif olarak kullanılarak Mayıs ayına kadar halkımızın bilgi seviyesi ve hassasiyeti artırılarak karşımıza çıkarılacak iddialar hakkında fikir sahibi olmaları sağlanabilir.